Maalesef Türkiye'ye teslimat mümkün değil!
5 Kasım 2021'den itibaren mevcut - ön sipariş vermek mümkün!
Yazar Can Dündar ve çizer Mohamed Anwar’ın, Recep Tayyip Erdoğan biyografisi, çizgi roman edebiyatında bir kilometre taşı oluşturuyor.
Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iktidarın zirvesine nasıl tırmandığı, çıkarlarının ne olduğu, nasıl onların peşine düştüğü netleşiyor.
Bugünün Türkiye’sinde yaşanan gelişmeler, Türkiye toplumunun karşılaştığı güçlükler ve İtalyan Başbakanı Mario Draghi’nin “diktatör” diye tanımladığı, otoriter bir liderle baş etmenin zorluğu, anlaşılır hale geliyor.
Kitap yargılamıyor, izah ediyor.
Türkiye'nin güncel siyasi durumunu anlamaya yardımcı oluyor.
Şaşırtıcı, sürükleyici, ayıltıcı...
Bir başyapıt.
Bu kitap, uzun volta seanslarında, sarı duvar manzarasında, koğuşun üst katının demir karyolasında, alt katta kaloriferin yanı başında tasarlandı. (...) En güzel kitapların en muhteşem manzaralara karşı yazıldığını zannetmeyin. Tersine... Bazen güzel manzaralar karşısında uyuşup tembelleşen hayal gücü, duvarla karşılaştı mı, ardını görmek hevesiyle havalanıyor. Duvara tırmanıyor. Bu da ona yetişmeye çalışan kalemi kamçılıyor.
Zindan zemini kindarlık üretmeye müsait... Onu sabırla derine gömmek, onun yerine tevekkülün çelebiliğini koymak, masumiyetten güç almak gerekiyor. Masumiyetin sessiz bir gücü var. Karanlıktan korkmayan, sözünü sakınmayan, hiçbir kudretliye yaslanmayan, tehdit edilse de uslanmayan bir gücü var masumiyetin... (...) Ona güveniyorum.
Bugüne dek defalarca yakın tarihimize ışık tutmuş olan Can Dündar, 2015 Kasım’ında hapse atıldığında basın özgürlüğü mücadelesinin ve tarihin bir öznesi haline geldi.
Tutuklandık, sadece edebiyatın usta mahkûmlarına selam gönderen bir hapishane kitabı değil, yaşamakta olduğumuz döneme dair de “içeriden” bir tanıklık...
Nihayet karar günü geldi. O gün Yassıada’da son sözü Salim Başol söyleyecekti. Ancak Menderes sözü ona bırakmadı. Çocukluğundan beri hep ölümden korkmuş, hep ölümle savaşmış, hep ölümden dönmüştü. Ama şimdi Marmara’daki bu uzak adada ölümün artık kapısını çaldığını duyuyordu. Ölüm bu kadar yaklaşınca, bu kez kendini onun kollarına atmak istedi.
Daha bir yıl önce Meclis kürsüsünde, “Sizi ben bile kurtaramam,” diyen İsmet Paşa acaba şimdi Menderes’i kurtarabilir miydi?İlk kez belgeselin DVD’sinin de olduğu bu kitapta, Türkiye’de demokrasiye geçişin ilk adımlarının atıldığı 1930’lardan 1960’taki ilk askerî müdahaleye kadar olan dönemin öyküsünü bulacaksınız. Türkiye’nin bu en tartışmalı döneminde yaşanan siyasi kavgaları, Demokrat Parti’nin doğuş, yükseliş ve çöküşünü, 27 Mayıs müdahalesinin gelişme sürecini ve iç pazarlıklarını, ilk defa bu süreçte rol almış kişilerin ve tanıkların anlatımlarıyla okuyacaksınız.---DVD Hediyeliyumuşak kapak
sayfa numarası: 283
yazar: Can Dündar, Mehmet Ali Birand, Bülent Capli
ortaya çıktı: 2016
ISBN: 978-975-07-3167-9
31 Mart‘ta gericilerin üzerine Hareket Ordusu‘yla birlikte yürüyen genç yüzbaşı, siyah cilt beziyle kaplı küçük not defterinin kareli sayfalarına sabit kalemle şunları yazdı:
“(...) Faziletli din âlimleri başımızın tacıdır. Fakat şahsi çıkarları ve adi menfaatleri için yalandan âlim kılığına bürünen birtakım hafiyeler ve çıkarcılar elbette kanun pençesinden kurtulamayacaklardır.”
16 Kasım 1916 gecesi Bitlis‘te öksürük nöbetinden uyuyamadığı bir gece Paris Âdetleri adlı bir aşk romanı okudu. Romanın kahramanı Sappho iki aşk arasında sıkışmış özgür bir kadındı. Romanı bitirdikten sonra günlüğüne şu notu düştü: “Kadınlarla bir arada bulunma, erkeklerin ahlakı, düşünceleri, duyguları üzerinde etki yapar.”
Yükselen Bir Deniz, farklı bir Cumhuriyet kitabı...
Aşk adeta randevulaştı onlarla…
1912 baharında… Belçika’da…
Biri Türk edebiyatının en büyük şairiydi, diğeri Brüksel’de üniversiteye hazırlanan bir öğrenci…
Abdülhak Hâmid altmış yaşındaydı; Lüsyen on sekiz…
Dünya, topyekün bir savaşa girmek üzereydi.
Osmanlı Sarayı’nın çatırdadığı dönemde Brüksel’den Londra’ya, Viyana’dan Budapeşte’ye, Venedik’ten İstanbul’a uzanan bir coğrafyada, tarihe nakşolmuş ama zamanla unutulmuş bir ilişki yaşadılar.
Atatürk, dans etti Lüsyen’le…
Tevfik Fikret ona edebiyat dersi verdi.
İnönü, evlerinde satranç oynadı.
Nâzım Hikmet, sofralarında yemek yedi.
Kimler yok ki, bu romanın sayfaları arasında.
Mehmed Âkif’ten Victor Hugo’ya, Damat Ferid’den Oscar Wilde’a, Yahya Kemal’den Hindenburg’a, Necip Fazıl’dan Karındeşen Jack’e, Sultan Abdülmecid’den Namık Kemal’e, Sultan Reşad’dan
Talat Paşa’ya, geçen asrın en ünlü portreleri…
Ve onların arasında, bir çağ yangınının tam ortasında yaşanmış inanılmaz bir aşk hikâyesi…
544 Sayfa
“Bu kitapta Deniz’in durgun, fırtınalı, eğlenceli, dalgalı hallerini ve yer yer derinliklerini bulacaksınız. Neden bugün hâlâ on binlerce çocuğun adında yaşadığını, her kesim tarafından sevilip sayıldığını, ölüm yıldönümlerinde nasıl olup da her yıl biraz daha büyüyen kalabalıklar toplandığını, her direnişte, her mitingde isminin niçin ısrarla anıldığını, neden Gezi Direnişi patladığında AKM’nin en görünür yerine onun posterinin asıldığını daha iyi anlayacaksınız.” Bugüne kadar özenle saklanan fotoğraflar, mektuplar ve belgeler, Can Dündar’ın deneyimli gazeteciliği ve Deniz’in yıllarca sessiz kalan kardeşi Hamdi Gezmiş’in tanıklığıyla birlikte ilk defa bu kitapta gün yüzüne çıkıyor.Devrim ideali peşinde fedakârca koşturmuş bir kuşağı ve dönemin siyasi atmosferini ortaya koyan Abim Deniz Denizlerin “onurlu ve cesur” duruşlarına içten bir selam…
Erdal Bey’den en çok aklımda yer eden özellikler:
Karşısındakinin mevkii, yaşı, unvanı ne olursa olsun herkese eşit ve bonkörce dağılan, samimi bir kibarlık...
Oturduğu odadan bindiği arabaya, giydiği kıyafetten seçtiği sözcüklere değin uzanan, hayranlık uyandıran bir sadelik...
Dünya literatürüne girmiş akademik çalışması için bile, “Aslında yeni bir şey değildi,” diyecek kadar özgüven yüklü bir tevazu...
Artı güler yüz, çalışkanlık ve nüktedanlık...
Bu “son söyleşisi”nde, onun kamuoyunun yakından bildiği bu özelliklerine ilaveten dünyaya, inanç sistemine, ölüme dair fikirleriyle tanışıp filozof yanını da keşfedeceksiniz.
12 Eylül siyaseti, işte böyle bir insanı veto etti.
Siyasetin bugünkü kısırlığından yakınırken, unutmamamız gereken bir ayrıntı bu...
Anka Kuşu, Can Dündar’ın Erdal İnönü’yle yaptığı nehir söyleşi. Aynı zamanda da, Erdal İnönü’yle yapılan son söyleşi... Çocuk gözüyle Atatürk ve İsmet İnönü arasındaki ilişkiye tanık olmuş; İkinci Dünya Savaşı ve demokrasiye geçiş dönemini, darbeleri yaşamış; bilimsel çalışmalarının yanı sıra çok kritik dönemlerde büyük üniversitelerde dekanlık ve rektörlük gibi görevler üstlenmiş; siyasete atılarak Türk soluna önemli katkılar yapmış kibar, sade, tevazu sahibi, nüktedan ve filozof Erdal İnönü, herkesin çok iyi tanıdığı, içten ve sade tavrıyla kendini anlatırken, tarih yazıyor.
Bundan kırk sene önce, dış haberleriyle Türkiye’ye Avrupa’nın gündemini getirdi; 32. Gün’le, yaklaşık otuz senedir siyasetin nabzını tutuyor.
Yazdığı kitaplarla, çektiği belgesellerle yakın tarihimize ayna tuttu.
Tabuları yıkarak Abdullah Öcalan ve M. Ali Ağca’yla; Thatcher, Mitterrand, Arafat gibi yaşadıkları döneme damgasını vurmuş politikacılarla röportajlar yaptı.
Haber programları, otuz beş yılı bulan köşe yazarlığı, araştırmalar...
Kazandığı sayısız ödül ve adının üstünde kopan fırtınalar...
O hâlâ zirvede; en çok izlenen haber bülteninin anchorman’i olarak hemen her gün milyonların karşısına çıkıyor.
Ancak çok azı, ekrandaki adamın ardındaki hikâyeyi bilir. Bebek yaşta babasız kaldığını; talihsiz bir kaza sonucu, çocukluğunu ve gençliğini ameliyatlarla geçirdiğini; zorluklar içinde büyüyerek kendini yoktan var ettiğini... Defalarca mayınlı tarlada ilerlediği hayatında, son olarak ölümcül hastalığına karşı görkemli bir mücadele verdiğini.
Görkemli... Zira Birand kaybetmeyi de kazanmayı da, başarısızlığı da başarıyı da bilmeyen biri aslında.
Onun tek bildiği ilerlemek, devam etmek; yeni olanı, yapılmamışı yapmak...
Her şeye rağmen, ayakta durabildiği müddetçe, kemoterapi odasında bile...
“Kitabı, sadece her gece ekrandan evlerinize konuk ettiğiniz bir ismin bilinmeyen dünyasını ele veren bir biyografi olarak değil, aynı zamanda zorluklar içinde yetişen bir insanın hayatla baş etme, zirveye yürüme yolculuğu ve ‘Türkiye’de gazetecilik kılavuzu’ olarak da ibretle okuyacağınızı umuyorum,” diyor Can Dündar, Birand / Bir Ömür, Ardına Bakmadan kitabının önsözünde.
Ve onun çeyrek asırlık çalışma arkadaşı, meslektaşı ve her şeyden önce, bir “yazar” olarak, “ardına bakmadan” yaşanmış bu sıra dışı hayatın hakkını fazlasıyla veriyor.
Kabirlerine attığımız, toprak değildir sanki; un ufak olmuş hatıralarımızdır. Hayat, verdiklerini geri almış, kahramanlarımızı karanlık bir ormana salmıştır. Bizi biz yapan yapıtaşları zamansız çekilmiştir altımızdan... Sarsılırız.
Kahramanlarımız, karanlık ormana gittiklerinde bile, okuttukları her öğrencide, tiratlarını anımsayan her seyircide, her kitapta, her okurda, her hafızada milyonlarca ses, söz, satır halinde yaşamaya devam eder.
Can Dündar, Yakamdaki Yüzler’de gerek belleğimizde gerek tarihimizde yer etmiş, gerçeğin sözcüsü, sağduyunun sesi olmuş, sanatı, siyaseti ve yaratıcılığıyla bu ülkenin simgesi haline gelmiş kahramanlarımızın ardından yazdığı yazıları bir araya getiriyor. Zamanın amansız seyrine ya da bu topraklarda yaşamanın ağır ve zalim bedeline baş kaldırarak, unutuşa isyan ederek, acıyla yakamıza iğnelediğimiz suretlerin yüzünü çıkarıyor kalemiyle.
Aziz Nesin’den Atillâ İlhan’a, Bülent Ecevit’ten Ahmet Taner Kışlalı’ya, Barış Manço’dan Ahmet Kaya’ya, Can Yücel’den Meral Okay’a sanat, siyaset ve kültür dünyamızın yapıtaşları konumundaki bu kişilerin hayatlarından önemli kareler, anılar ve arkalarında bıraktıkları izler, Can Dündar’ın belgeselci, gazeteci ve yazar kimliğinin süzgecinden geçerek belleğimizde yeniden hayat buluyor.
Karton kapak mit 294 Seiten
İsmet İnönü ile Erdal İnönü’nün mektuplaşmalarından oluşan bir kitap. 1947’de fizik okumak üzere Amerika’ya giden Erdal İnönü gördüğü, yaşadığı her şeyi, babasına anlatıyor. O dönemde Türkiye’de ve dünyada yaşananlar da bu mektuplara yansıyor. Tarihimizde derin izler bırakmış baba-oğulun mektuplarına fotoğraflar, kartpostallar, döneme ait gazeteler, çeşitli belgeler eşlik ediyor.
Onlar ahir zaman suretleri...
Günümüzün şöhretleri...
Kimini puslu bir camın ardında gördüm,
Kimini bir kâhin küresinin aynasından...
Kimiyle bir golf arabasında,
Kimiyle motosiklet selesinde konuştum,
Kimiyle dertleştim sabaha kadar,
Kimini gıyabında çekiştirdim.
Bir samanyoluydu baktığım;
Kimi yıldız yeni yeni parlıyordu,
Kimi kayıp gitmişti bile...
Çoğu, en parlak döneminde
Yansıdı kitaba,
Asıl önemlisi,
Türkiye’nin bir başka yüzünü gördüm,
her baktığımda yıldızda...
“Nostaljik bir mazi güzellemesi yapmak istemem,” diyor Can Dündar, zindana dönüşen, koyu bir karanlık olan 70’lerdeki ilişkileri anlattığı yazısında: “Ama aşkın ha babam ertelendiği o kanlı karanlıkta bile, en dayanışmacı ve masum yanları saklıydı insanoğlunun...”
“Şimdi bakıyorum da, umursamaz kalabalıklarda metruk bir yalnızlık yaşıyor neslim...”
Aşka Veda, Can Dündar’ın aşka dair yazılarını bir araya getiriyor. Körkütük, sırılsıklam aşkları, özlemi, yalnızlığı, ayrılığı ve terk edilme acısını; “kâh içten içe kabaran kâh gürül gürül çağlayan o deli nehri,” anlatıyor.
Siyasetten ve popüler kültürden kadın ve erkeklerin zaman içinde değişen yüzlerine bakıyor. “Söylenmemiş o iki sözcük yüzünden heba olup gitmiş” nesiller ile nihayet kavuşan ama mutsuz mu mutsuz olan günümüz gençliğini karşılaştırıp şiirini kaybeden zamane ilişkileri sorguluyor. Şehvet sevdadan soyunduğunda, Eros okunu kırdığında, piyasa duruma el koyduğunda aşkın nasıl can çekişmeye, körelip çirkinleşmeye başladığını sergiliyor.
Hazsız evliliklerden evliliksiz hazlara, sekssiz aşktan aşksız sekse; ateşten gömleği gönüllü giyenlerden, aşkını kariyerine feda edenlere geçişin izini sürüyor.
Aslında bir türlü veda edemediğimiz, her daim ihtimal dahilinde olan aşkı anlatıyor Can Dündar, Aşka Veda’da.
Ve olası bir sevda kuraklığı tehlikesine karşı, okurları uyarıyor...
Savaşlar kazanmış muzaffer bir kumandan…
İnatçı bir diplomat…
Cumhuriyet kurmuş bir devlet adamı…
Kafasında kırk tilkiyi kuyruklarını birbirine değdirmeden gezdiren bir politikacı…
İdeal bir eş…
Örnek bir aile babası…
Kimine göre ise tek parti döneminin astığı astık, kestiği kestik diktatörü… Ülkenin unutulmaz “Milli Şef”i…
Hayranları kadar düşmanları da oldu; sevenleri kadar nefret edenleri de…
Ama kimse onu görmezden gelemedi.
Üç bölümlük İsmet Paşa belgeseli ve kitabı “İkinci Adam”ı görmezden gelenlere onu yeniden tanıştırıyor.
Karamsardı gençler, umutsuzdu. Dünyaya ilgisiz değillerdi belki, deli kanlarının isyanıyla oluşmuş bir itirazları vardı; ama itiraz ettikleri şeye nasıl müdahale edeceklerini, onu nasıl değiştireceklerini bilmiyorlardı.
Baskı altında dağıtılmış, yapayalnız bırakılmışlardı. Daha da kötüsü geleceğe inançları yok olmuştu; ütopyasızlardı.
Can Dündar kendi gençliğine dair hüzünlü ya da eğlenceli anılardan yaşanmış trajedilere uzanarak, bakış açısını genişlettikçe genişleterek adeta bu ülke gençliğinin bir röntgenini çekti Benim Gençliğim’de. “Hazır ol”la terbiye olan kuşakları, içinden tankların geçtiği hayatları, örgütlerin, partilerin ya da umut dolu bir idealin peşinde harap olan, kendi seçimlerini yaşayamamış, yaşamışsa da bedellerini ağır ödemiş nesilleri anlattı.
Günümüz gençliğine ayna oldu... Özgür üniversite ya da parasız eğitim istediği için geleceği elinden alınanları, piyasa ekonomisinin güdümü altında idealleriyle birlikte mutluluğundan da olanları, bir sınavla adeta sırat köprüsü üzerinde yürümeye zorlananları ve protesto eylemlerine internet üzerinden katılan kuşakları anlattı.
Kısacası sokaktan toplanıp götürülen gençlikten, sokağı elinden alınarak tenhalaşan bir hayata zorlanan gençliğe geçişin izini sürdü, Can Dündar; kendi geçmişinin dokunaklı çetelesini, günümüz gençliğinin sorunlarıyla bağlayarak bir çeşit “duygusal tarih” yazdı aslında.
Zaman denilen denizin ya da iktidarların sindirmeye çalıştığı gençliğimizin ayak izlerinin peşine düştü, hafızalarımızı tazeleyerek.
Bir umut, yeniden canlanmamız için...
Sonra birden bir gonk sesi yırtar karanlığı...
Uzak bir fenerin ışığı aydınlanır önünüz sıra... Gözbebeklerinizi o ışığa kilitler, gözkapaklarınızı kırpmadan o ışığın çağrısına koşarsınız. Sisler dağılmaya başlar yavaş yavaş...
Neşeli gece kelebekleri gibi ışığına yöneldiğiniz büyülü fener, rengârenk vaatlerle sizi kendine çeker.
Neler yoktur ki, fenerden yansıyan ışığın huzmesinde:
Küçük mutluluklar... Büyük sevdalar... Tutkulu aşklar... Buğulu gözler... Hasret ve saadet öyküleri... Gerçek hayattan devşirilmiş tatlı hayaller...
O an, ne yalnızlığınız kalır ne kayıplığınız...
Büyülü Fener’de anlatılanlar sinemaya dair olsa da Can Dündar’ın kalemi, beyazperdeyi kaldırıp filmlerin devamını siyasetin arka sokaklarında arıyor. Örneğin Othello filmi üzerinden Ankara’daki koltuk çekişmelerini, Hollywood üzerinden Amerika’nın yeni imaj politikalarını, Yüzüklerin Efendisi’nden hareketle tarihimizde o iktidar yüzüğünü takıp çıkaramayanları yorumluyor. Gece Yarısı Ekspresi’nin yarattığı travmayı, “elimize geç ulaşmış bir dost mektubu” olarak tanımladığı Yol’un Türkiyesi’ni anlatıyor. Masumiyet, Bir Zamanlar Anadolu gibi yakın zamanların önemli filmlerine ait değerlendirmelere, belleğimizde yer etmiş sinema mekânlarına, sinemanın unutulmaz simalarının portrelerine de yer veriliyor Büyülü Fener’de...
Kısacası filmlere kendi ışığını düşürüyor Can Dündar; o büyülü karelerden hayata, tarihe ve gizli saklı köşelerimize bakarak daha önce farkına varmadığımız renklere dikkatimizi çekiyor...
198 Sayfa
"Vatan Haini"
Berlin sürgününde, Türkiye’nin içine düştüğü karanlığın üstesinden geleceğine bir kez daha emin oldum. O hiç yıkılmaz zannedilen, ardında büyük acılar gizleyen duvar, bir günde yıkılıveriyor; ‘hain’lerle, ‘kahramanlar’, hapistekilerle saraydakiler, bir anda yer değiştirebiliyor. Biz de duvarımızın yıkıldığı, peşimizdeki gizli servise ait arşivin halka açıldığı günleri görecek, acıları devralanlara, eski karanlığı ibretle anlatıp umut aşılayacağız.
Can Dündar bu kitapta, ülkesindeki özgürlük özlemine Berlin’den destek olabilmek için, kimi zaman buruk bir gülümseyişle, bazen çok yorularak, ama umudunu ve kararlılığını her seferinde yeniden besleyerek verdiği çabayı anlatıyor. sürgünde bir gazetecinin hayatını, cömertçe, meslektaşlarını ve arkadaşlarını sakınarak, ama kendini sakınmadan paylaşıyor okuruyla…
“Asıl vatan haini kimmiş bilinsin istedim.” Can Dündar’ın yeni kitabı “Vatan Haini” çıktı. Türkiye’de dağıtmak isteyenler için iletişim adresi: vatan@ozguruz.org
----
“Vatan Haini”
160 sayfa
Karton kapak
10 Euro
İndirimli toplu satış koşulları için bize yazın: vatan@ozguruz.org
Nasıl da davetkâr bir isim Uzaklar... Bu teknenin adı sizin de ruhunuzun yelkenlerini şişirmiyor mu? Sizin de aklınızı çelmiyor mu bu ismin sihirli çağrısı?..
Tuzaklarla dolu olsa da uzakların sesine kulak verip açılmak ve hiç arkaya bakmadan yepyeni bir hayata doğru yelken açmak fikri, sizin kafanızı da saç diplerinizi acıtırcasına çekiştirmiyor mu?
Uzaklarda bir yerlerde, açık denizlerde farklı bir yaşam olduğunu bilerek yaşamak, sizin de yüreğinizi burkmuyor mu?
Can Dündar, Uzaklar’da gezi yazılarını bir araya getiriyor. Ancak klasik bir gezi kitabından çok farklı bir kitap bu; yazar kimi zaman günlük koşturmalardan kaçıp yanı başındaki bir kıyı kasabasında geçirdiği günü anlatıyor, kimi zaman dünyanın öteki ucuna gidip, orada yaşayanların gözleriyle bakıyor günlük yaşantımıza...
Hamburger ilanlarıyla bezenmiş Çin’den dümenini turizme kırmış sosyalist Küba’ya, Kont Drakula’nın “satılık” şatosundan Harry Potter’ın filmlerine mekân olmuş Oxford’a, yeşil karıncaların düş gördüğü Avustralya’dan Petersburg’un beyaz gecelerine ve daha nice yerlere uzanıyor Can Dündar... Anılar, tanıklıklar, tarihî ya da güncel bilgiler eşliğinde uzaklardaki yakını, yanı başımızdaki uzakları getiriyor kapımıza.
Dünyaya onun gözüyle bir kere daha bakabilmek güzel...
“Bu kitapta Deniz’in durgun, fırtınalı, eğlenceli, dalgalı hallerini ve yer yer derinliklerini bulacaksınız. Neden bugün hâlâ on binlerce çocuğun adında yaşadığını, her kesim tarafından sevilip sayıldığını, ölüm yıldönümlerinde nasıl olup da her yıl biraz daha büyüyen kalabalıklar toplandığını, her direnişte, her mitingde isminin niçin ısrarla anıldığını, neden Gezi Direnişi patladığında AKM’nin en görünür yerine onun posterinin asıldığını daha iyi anlayacaksınız.” Bugüne kadar özenle saklanan fotoğraflar, mektuplar ve belgeler, Can Dündar’ın deneyimli gazeteciliği ve Deniz’in yıllarca sessiz kalan kardeşi Hamdi Gezmiş’in tanıklığıyla birlikte ilk defa bu kitapta gün yüzüne çıkıyor.Devrim ideali peşinde fedakârca koşturmuş bir kuşağı ve dönemin siyasi atmosferini ortaya koyan Abim Deniz Denizlerin “onurlu ve cesur” duruşlarına içten bir selam…
1920’lerin ateşten günlerinin sıcağını Gazi’yle paylaşmış bir avuç insanın öyküleri var bu kitapta...
Onun gölgesinde yaşayıp ölmüş bir genç kadının, o talihsiz çok partili rejim denemesinde göreve çağrılmış bir yakın dostun, Çanakkale’de gözünü kırpmadan ölüme koşan binlerce askerin, ilk Meclis’te ilkeleri uğruna muhalefete düşen bir gizli kahramanın, zorlu bir gemi yolculuğunun adları duyulmamış neferlerinin ve ülkenin ilk resmî komünist partisinin kurucularının portreleri, tarihin kuytu köşelerinden çıkıp ışığa kavuşuyor.
Altı bölümden oluşan belgesel dizisini de izleyebileceğiniz Gölgedekiler, o portrelerden yola çıkarak değişik bir tarih fotoğrafı sunuyor.
Günlük haber bombardımanı altında, gerçeği yalandan ayıramaz hale sokulan, ayrıntıda boğulan, perspektifi kaybolan okura, olup bitenleri anlamlandırabileceği bakış açıları sunmamız lazım. Sörfü bırakmadan, aynı zamanda derine dalmamız, yüzeyselin dibini kurcalamamız lazım. “#Özgürüz” dergi, bu amaçla çıkıyor. Dergimiz üylerimiz için ücretsizdir! https://ozguruz.org/tr/desteginize-ihtiyacimiz-var/
10,00 €*
Diese Website verwendet Cookies, um eine bestmögliche Erfahrung bieten zu können. Mehr Informationen ...